*Osman Kavala'nın Orhan Gazi Ertekin'e 13.08.2022 tarihli mektubu


13.08.2021

Sayın Orhan Gazi Ertekin, sayın yargıç,

18.10.2021 tarihinde yayınladığınız ‘açık mektup’ bana büyük moral ve umut vermişti. Gezi davası sonuçlandıktan sonra mektubunuza daha anlamlı şekilde mukabele edebileceğimi düşündüm. Yargıçla sanık (artık hükümlü) arasında Türk yargısı hakkında böyle bir konuşmaya fırsat vermiş olduğunuz için teşekkür ediyorum. Bu vesileyle oldukça gecikmiş bir başka teşekkürümü de iletmek isterim. Yıllar önce Radikal İki’de yayınlamış olduğunuz, yargıdaki vahim durumla ilgili yazılarınız benim için son derece zihin açıcı olmuştu. Cezayir toplantı salonunda dinlediğim konuşmanızda yargıdaki cemaat örgütlenmesi ile ilgili yapmış olduğunuz uyarılarınız hala aklımda.

Yazınızda, Gezi iddianamesinde ‘deliller nelerdir’, ‘nasıl elde edilmiştir’, ‘bunların şüpheli ile ilişkisi nedir’ sorularına cevap verilmediğini bu nedenle de, ortada bir yargılama yapıldığına dair işaret olmadığını, böyle bir ortamda sanıkların değil, ancak savcı ve yargıçların yargılanan konumunda olabileceklerini söylüyorsunuz. İsabetle vurguladığınız gibi, Gezi iddianamesinde savcı bu soruları cevaplamamış; anlaşılan bunları cevaplama yükümlülüğü hissetmemiş. Bana ağırlaştırılmış müebbet, diğer sanıklara 18’er yıl ceza veren yargıçlar da gerçeği ortaya çıkarmak için bu soruların cevaplanmasını talep etmediler. İddianamede bizleri suçla ilişkilendiren delil yok, ancak, Gezi protestolarının Soros tarafından finanse edilmiş bir kalkışma olduğuna dair kapsamlı bir kurgu var. Gezi iddianamesinde olguların ve eylemlerin açıklanma biçiminden görüldüğü gibi, bu anlatı bulunan delillerin incelenmesi yoluyla oluşturulmuş değil. Hukuk mercilerinin ilgi alanının dışında, siyasi faaliyet yürütenlerin düşünce dünyalarının bir ürünü, bir komplo teorisi. Komplo teorileri kendilerini ideolojik inançlar ve kabullerle haklı çıkardıklarından, deliller tarafından doğrulanmaya ihtiyaç duymazlar, gerçekliğin farklı olduğunu gösteren olgulardan hiç etkilenmezler; bunlara nesnel bir değerlendirme yapıldığında akla gelmesi mümkün olmayan anlamlar yüklerler. Suçlananlar eylemleriyle değil niyetleriyle suçla ilişkilendirildiklerinden, masumiyetin kanıtlanması imkansız hale gelir. Bu nedenle de yanlışlanmaları mümkün olmayan komplo teorileri, gerçekleri araştırma çabasını işlevsiz hale getirir, yargı mensuplarının kendilerini yazınızda söz ettiğiniz soruları cevaplama yükümlülüğünden azade hissetmelerine yol açar.

Hatırlattığınız gibi, ülkemizin yargı tarihi insan hakları ve temel hukuk ilkelerinin açıkça çiğnendiği siyasi davalarla malul, maalesef gurur duyabileceğimiz gerçek bir cumhuriyet yargısı yaratılamamış. Evrensel hukuk ilkelerine bağlılığı canlı tutan bir yargı kültürünün kurumsallaşamamış olması, yargı mensuplarını dönemin siyasi ve ideolojik ortamının etkilerine açık hale getirmiş. Yargıçlar kamusal görevlerini hakkıyla yerine getirmek adına siyasi ortamın belirlediği tehdit ve tehlike algılamalarını içselleştirmişler; hukuka ve insan hatlarına aykırı kararları bu kodlarla gerekçelendirmişler.

Daha kapsamlı suçlamaların kurgulandığı, komplo teorilerinin kullanıldığı davaların siyasi davalar arasında özel bir tür teşkil ettiklerini düşünüyorum. Olağandışı bazı durumlarda, siyasi gücü elinde tutanlar veya ele geçirenler, kendileri için engel olarak gördükleri muhaliflerini, muarızlarını grup halinde ve kısa zaman içinde tasfiye etmek için yargıya doğrudan müdahale ederek davaların hazırlamış oldukları komplo teorileri temelinde yürütülmesini ve sonuçlandırılmasını empoze ediyorlar. Komplo teorileri kolektif cezalandırmalara gerekçe sağlama ve tasfiye eylemine meşruluk kazandırma işlevleri görüyor. Ülkemizde İzmir suikastı sonrası açılan İttihatçı kadroların tasfiyesi ve Cavit Bey’in idamı ile sonuçlanan dava, devr-i sabık yaratmayı amaçlayan Yassıada davaları örneklerinde olduğu gibi.

Komplo teorileri başka ülkelerde de benzer amaçlara hizmet etmiş. Modern anlamda komplo teorilerinin yargıda kullanılmasının örnekleri Fransız Devrimi’ni takip eden çalkantılı yıllarda görülüyor. Yaşanan güç mücadeleleri sonucu, devrime düşünsel ya da örgütsel olarak önderlik etmiş şahsiyetler yabancı devletlerle iş birliği yapmak, karşı devrimci komplolar içinde olmak suçlamalarıyla yargılanıyor, giyotine gönderiliyorlar. Stalin döneminde de siyasi rakiplerin tasfiye edilmesi için komplo teorileri, bu teoriler temelinde yürütülen davalar işlevsel olmuş; birbirleriyle ilişkisi olmayan, hatta birbirlerini tanımayan insanların ortak amaçlar güttükleri için aynı komplo içinde olduklarına dair özel bir hukuki kuram geliştirilmiş. Hukukun cemaat hukukuna dönüştürüldüğü Nazi Almanyası’nda Hitler prensiplerini içselleştirmiş yargıçlar, vatana ihanet ve millete ihanet suçlamalarını yaygın bir şekilde kullanarak komplo teorilerini hukuki norm haline getirmişler.

Ülkemizde uzun bir aradan sonra komplo iddiasının geliştirilmiş haliyle Ergenekon davasında uygulandığını görüyoruz. Türkan Saylan’ın, saygın gazetecilerin, Jitem’in gerçekleştirdiği infazlarda isimleri geçen kişilerle aynı örgüt içinde hükümeti devirme teşebbüsünde bulundukları iddia edildi. Cemaate bağlı ya da yakın yargı mensuplarının yürüttükleri Balyoz, Asker Casusluk ve KCK davaları da komplo teorilerinin kullanıldığı örneklerdi.

Gezi davasında kullanılan komplo teorisi her ne kadar Gülenci emniyet mensuplarınca hazırlanmış ise de iktidar ve çevresinde hakim dünya görüşünü yansıtıyor ve yargının siyasi amaçlar için kullanılmasında yeni bir aşamaya gelindiğini gösteriyor.  İddianamedeki George Soros ve benim protestoları organize etmiş olduğumuza dair kurgu, yabancı güçlerle iş birliği suçlamasını içeren klasik komplo teorilerine uygunluk gösteriyor. Özellikle 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra dış güçlerin hükümete karşı saldırılar yürüttüğü, muhalefetin de bu saldırılara destek verdiği şeklinde bir söylem iktidar çevrelerinde yaygınlık kazandı. Buna göre devletin bekasının tehdit altında olduğu sürekli bir olağanüstü durum söz konusu. 15 Temmuz’un akabinde ilan edilen OHAL resmen sona erdi, ancak hukuksuz uygulamaların meşru görüldüğü OHAL iklimi sürdürülüyor.  Gezi davası bu ortamda neşet buldu, siyasetin kullandığı komplo teorisine uygun olarak hazırlandı, kamuoyunu bu anlatıya ikna etmek için sahneye kondu. Yazınızda, Gezi davasının sonucunun, özgürlüğüme kavuşmamın ülkemiz için kaçırılmaması gereken bir fırsat olması gerektiğini ifade etmişsiniz. Maalesef, verilen ağır cezalar bu fırsatın heba edilmesi anlamına geldi. Ancak ben bu sonucun temenninizi boşa çıkarmış olduğu kanaatinde değilim.

Kalkışma diye nitelendirilerek kriminalize edilmeye çalışılan protestolara yüzbinlerce yurttaşımızın kendi iradeleriyle katılmış olduğu gerçeğinin hiçbir siyasi örgütle bağlantısı olmayan ve bir kalkışma başlattıklarına dair hiçbir işaretin bulunmadığı yedi kişinin cezalandırılmasını gerçek üstü bir olay haline getirmiş olduğunu düşünüyorum. Bir gösteri davası işlevi görmesi istenen Gezi davası, tersini gösterdi; yargının bu şekilde sorumsuzca ve kötü niyetle kullanılmasının tüm yurttaşlar için ne büyük bir tehlike arz ettiğini gözler önüne serdi. Sanırım bu durum bağımsız ve evrensel hukuk ilkelerine göre çalışan bir yargı olmaksızın demokrasiyi işletmenin, huzur güven içinde birlikte yaşamanın mümkün olamayacağını daha anlaşılır kıldı. Bu davanın ‘adil bir yol’ arayışına ivme kazandıracağını düşünüyorum. Sizlerin, hukuk değerlerini cesaretle savunan düşünce ve hukuk insanlarının katkısıyla, hukuksuzluktan mağdur olmuş yüzbinlerce insanın desteğiyle hukuk ve demokrasi ilkelerini benimsemiş siyasi aktörlerin iktidara gelmesiyle gerçek bir cumhuriyet yargısını yaratma sürecinin yakında başlayacağına inanıyorum.

Osman Kavala